Karanlık Mod
02-05-2024
Logo
İslam Fıkhı – Çeşitli Konular – Ders 30: Oruç Hükümleri
   
 
 
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla  
 

Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Sözünün eri ve dosdoğru olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e salât ve selam olsun. Allahım, senin bize öğrettiklerinden başka bir ilmimiz yoktur. Şüphesiz ki sen âlim ve hâkimsin. Allahım bize fayda verecek ilmi öğret, öğrendiklerimizden de faydalanabilmeyi nasip et. İlmimizi arttır, hakkı hak olarak göster ve ona itaat etmekle rızıklandır, batılı da batıl olarak göster, ondan sakınmakla bizi rızıklandır. Bizi, sözü işitip güzel bir şekilde itaat edenlerden eyle, rahmetinle bizi salih kullarınla beraber cennetine koy. 

Orucu Bozan ve Sadece Kaza Etmeyi Gerektiren Haller:


Mümin kardeşlerim, Şu anda hala oruç konusunu işlemekteyiz. Orucu bozan durumlara geldik. Kardeşlerim, orucu bozan durumlar ikiye ayrılır: Sadece kazayı gerektiren şeyler, kaza ve kefareti gerektiren durumlar. 

1. Normalde Besin maddesi Olarak Yenmeyen ve Yenmeye uygun Olmayan Bir Şeyi Yemek:


Sadece kaza etmeyi gereken durumlardan biri, Ramazan ayında oruçlunun bir şeyi yemesi ve yiyeceğin yutulmasıdır. Bu normalde besin maddesi olarak yenmeyen şeylerden olur. Mesela pişmemiş pirinç, hamur, un, tuz, hurma çekirdeği, çakıl taşı, kitap sayfası gibi şeyler, yemeye alışkın olduğumuz şeyler değildir. Yenmesi uygun da değildir. Eğer bu gibi şeyler oruçlunun midesine ulaşırsa, bu kişinin sadece kaza orucu tutması gerekir. Kefaret ödemesine gerek yoktur. Bu ilk hükümdür.
Toprak, vücudun kabul etmediği bir şeydir, pişmemiş pirinç, hamur, un da böyledir. Kişi bunlar gibi yemeye alışkın olmadığımız ve yemekten iğrendiğimiz şeylerden yerse ve yutarsa yine bu kişinin kefaret vermeksizin sadece kaza orucu tutması gerekir.

2. Dini Bir Mazeretle Bir Gıda veya İlaç Almak:


Dini bir mazeretle ilaç veya gıda almış olabilirsiniz. Mesela hastaysanız veya yolcuysanız, hasta yemek yemek zorunda kalır, yine yolcu yemek veya ilaç almak durumunda olabilir. Burada dini bir mazeret söz konusudur. Bu yüzden yine kefaret gerekmez, sadece kaza orucu tutmak yeterlidir.

3. Mecbur Kalarak yemek veya İçmek:


Mecbur kalarak veya birinin zoruyla yemek yiyen veya bir şey içen kişi de bu gruba girer. Mecbur olmanın manası ölmenin eşiğine gelmektir. Mesela susuzluktan ölecek duruma gelmektir. Bu kişi mecburen yer ve içer. O zaman da kefaret ödemeksizin sadece kaza orucu tutar.

4. Silah Zoruyla Yemek ve İçmek:


Silah zoruyla yemek veya içmek zorunda kalan kişi, bunları yapmasa ölecektir. O zaman yer ve içer. Bir önceki maddede mecbur kalmak söz konusuyken burada birinin zoruyla yapmak ifade edilmiştir. İkisi arasında fark vardır. Ama her iki durumda da kişi kefaret ödemeksizin sadece orucu kaza eder.

5. Bir Şeyin Hata İle İnsanın İçine Girmesi:


Kişi mazmaza yaparken (ağzını çalkalarken, gargara yaparken) yanlışlıkla suyu yutabilir. Mazmazayı abartmak hakkında Rasulullah (s.a.v.)’den şöyle bir hadis rivayet edilir: “Oruçlu olmadığınız zamanlarda mazmaza ve istinşakı abartın.”

6. Yanlışlıkla Orucu Bozmak:


Kişi oruçluyken mazmazayı abartır ve bir miktar su yutar. O zaman bu kişinin sadece o orucu kaza etmesi gerekir.  Birisi eğer mazmaza esnasında su içer yani bir yudum suyu yutarsa, orucunun bozulduğunu zannedip orucunu bozar, yani orucunu bırakır. Fakat onun günün geri kalanında da oruca devam etmesi gereklidir. Bunu bilmiyorsa, orucunun bozulduğunu zannedip yemek yemeye başlar. Yine orucunun bozulduğunu düşünüp su içerse, o gün için kaza orucu tutması gerekir.

7. Lavman Yapmak:


Hanefi mezhebine göre lavman yapmak orucu bozar. Çünkü vücudun içine su girmiş olur. Ama bu ihtilaflı bir konudur. Bazı âlimler yeme ve içmenin bilindik bir yerden yani ağızdan vücuda girmesi gerektiği görüşündedirler. Yani bu orucu bozar. Bazıları ise ihtiyatlı davranırlar ve derler ki: “Bir şeyin vücudun içine girmesi, olağan ve bilindik bir yerden olmamış da olsa orucu bozar.”

8. Burna ve Kulağa İlaç Damlatmak veya Burun Damlası Kullanmak:


Buruna ve kulağa ilaç damlatmak, burun damlası kullanmak, nefes ve buhar yoluyla alınan sprey ilaçlar ve boğaza hava verilmesi, bunların hepsi tartışmalı mevzulardır. En ihtiyatlı olanı, kişi eğer mecbur değilse kullanmamalıdır. Eğer mecbursa yani hastaysa kullanması durumunda orucu bozulur.

9. Niyet Etmeyi Unutarak Oruç Tutmak:


Kişi niyet etmeyi unutarak oruç tutarsa, yani yeme içmeyi bırakırsa da aynı hüküm geçerli olur. Efdal olan kişinin Ramazan ayı için niyet etmesidir. Ama eğer her gün için ayrı ayrı niyet etmek istiyorsa ve bunu bir gün unuttuysa, niyetsiz bir şekilde oruç tutarsa, o gün için ikinci bir kez oruç tutmalıdır. Yani kefaret ödemez ama kaza orucu tutar.

10. İmsak Vakti Girmediğini Zannederek Yeyip İçmek:


Kişi imsak vaktinin girmediğini zannederek yer ve içer, sonra da fecrin doğduğunu yani imsak vaktinin girmiş olduğunu öğrenir. İmsak için okunan ezanı duyduğunu zannederek bir bardak su içer ama sonra onun sabah ezanı olduğunu anlarsa, o zaman o gün için bir kaza orucu tutar, kefaret vermesine gerek yoktur. Bunlar hep kefareti değil sadece kazayı gerektiren şeylerdir. Başka bir örnek de yine eğer kişi akşam ezanını duyduğunda kendi bölgesinin ezanı zanneder ve yemek yer ama aslında o başka bir şehrin ezanıdır, işte o zaman da yine o gün için kaza orucu tutmalıdır.

11. Kasten Kusmak:


Midesi bulunan kişi kasten ağız dolusu kusarsa bundan sorumludur, bununla ilgili Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

((من استقاء عمْدًا فلْيَقْضِ))

 

[ الترمذي عن أبي هريرة ]

 

“Bilerek kasten kusan kişi orucunu kaza etsin.”

(Tirmizi Ebu Hureyre’den nakletmiştir)

 

12. İki Diş Arasında Kalan Şeyi Yemek:


İki dişi arasında nohut tanesi büyüklüğünde kalmış olan bir şeyi yiyen kişi de bu durumdadır. Bu nadir bir durumdur mesela susam taneleri olabilir. Kişinin dişlerini iyi temizlemeye gayret etmesi gerekir. Ama eğer bir şey kalırsa ve büyüklüğü de nohut tanesi kadarsa, onu yediği takdirde o günkü orucunu kaza eder.

13. Fecir Vaktinden Sonra Yolculuğa Çıkmak:


Fecir vaktinden sonra yolculuğa çıkmak sünnete aykırıdır. Bunu yapan kişinin de orucunu kaza etmesi gerekir.
Şimdi orucu bozan, kefareti değil sadece kazayı gerektiren durumları hızlı bir şekilde tekrar etmenin çok faydası olduğunu düşünüyorum. Adeten gıda olarak yenmeyen, yutmaya uygun olmayan mesela hamur, pişmemiş pirinç, kâğıt gibi bir şeyi yemek bunlardandır. Mesela bir öğrencinin yanında bir kâğıt vardır. Öğrenci onu gözetmenin görmesinden korkar ve onu yutar. Bu şekilde orucu bozulmuştur ve onu kaza etmesi gerekir. Bu öğrencilerin yapabileceği bir şeydir. Hamur, kepek, un, toprak veya yenmesi uygun olmayan herhangi bir şey, besin olarak yenmeyen şeyler, oruçlu olan kişi bunlardan birini yerse kefaret ödemesine gerek yoktur ama o gün için kaza orucu tutmalıdır. Dini bir mazeretle yenilmesi uygun olan bir şeyi veya ilacı yutan hasta veya yolcu da kefaret ödemez, kaza eder. Yine mecbur kalıp yiyen kişi de böyledir. Susuzluktan ölmek üzeredir veya açlıktan gücü kuvveti biter, işte yeme içme zorunda olmak bu şekilde meydana gelir. Silah zoruyla yeyip içen kişi de bu kategoridedir. Kişi tehdit ediliyorsa ve büyük ihtimal istenileni yapmadığında öldürüleceğini anlarsa, orucunu bozar ve sonra kefaret ödemeksizin orucunu kaza eder. Yine yanlışlıkla yemek yiyen veya su içen, mesela mazmaza yaparken su yutan kişinin su boğazından geçtiyse o da kaza orucu tutar. Kazayı gerektirecek bir şey yapan, orucunun bozulduğunu zannedip normal yemek yiyen kişi, mesela sabah ağzını çalkalarken su yutan kişi, orucun bozulduğunu zanneder de normal bir şekilde yemek yemeye başlarsa bu yanlıştır. Hata ile orucu bozulan kişi Ramazan ayının hürmetine günün geri kalanında orucunu tutmaya devam etmelidir. Lavman yapmak, kulaktan, burundan ilaç almak, kulak damlası damlatmak, astım ilacı almak, hava solumak, kulak, burun, boğaz yoluyla veya lavman yapmak suretiyle insanın içine giren her şey bu şekildedir. Lavmanda da ihtiyaten kaza orucu tutmak gerekir, kefaret orucu tutulmaz. Dersek ki, “hasta olan bir kişi orucunu bozması gerekir” Ama o kişi niyet etmeden günün tamamını oruç tutarak geçirirse, onun da kefaret ödemeksizin kaza orucu tutması gerekir. 
Kişi imsak ezanı zannedip sabah ezanını duyduğunda yemek yerse veya ezan sesi duyup akşam ezanı zannederse, mesela başka bir şehrin ezanını duymuş olabilir. İşte bu kişinin de kefaret değil kaza orucu tutması gerekir. Kasten istifra eden kişinin de kaza orucu tutması gereklidir. Yine kişi nohut tanesinden büyük dişinde kalan bir şeyi yemesi durumunda kaza orucu tutmalıdır.
Kişi fecir vaktinden sonra yolculuğa çıkarsa ki bu sünnete aykırıdır, çünkü yolculuğun niyet etmeden önce gerçekleşmiş olmalıdır. Yani fecir vaktinden önce çıkmak gerekir. Ama eğer sonra çıkıldıysa, oruç tamamlanmalıdır. Ama eğer meşakkat zirveye ulaşır çok ağırlaşırsa oruç bozulur.

Kıymetli Sahabi Abdullah b. Ömer ve Rasulullah (s.a.v.)’in Sünnetine Bağlılığı:


Şimdi değerli bir sahabinin kıssasına gelelim. Bu sahabi Abdullah b. Ömer (r.a.)’dır. 
Dikkat çeken bir şey vardır. Bu yüce sahabi uzun ömrünün zirvesindeyken ki kendisi doksan yaşına kadar yaşamış ve şu cümleyi söylemiştir: “Ben, Resûlullah (sav)‘a biat ettim. Bugüne değin biatimi ne bozdum ne de değiştirdim. Hiçbir fitneciye biat etmedim... Hiçbir mümini de yattığı yerden kaldırmadım."
Bu biat meselesine değinmek istiyorum. Birimiz Allah Azze ve Celle’ye biat etti mi? İyi kötü her durumda işitip itaat etmeye söz verdi mi? Eğer verdiyse, bu sözünü tuttu mu yoksa bozdu mu? Bazen insan bazı şeyleri terk edeceğine, bazı şeyleri yapacağına dair saatlerce Allah’a söz verir. Hatta bazen bunu yazar. Sen Allah’a söz verdiysen, bu sözün neresindesin? Allah buyuruyor ki:

﴿يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ ﴾

 

[ سورة الصف : 2]

 

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?”

(Saf Suresi: 2)


    Kişi havadan yere düşer ve kaburga kemikleri parçalanır ama bu Allah’ın gözünden düşmekten daha iyidir. İnsan bazı saatlerde sıkıntı, bazı saatlerde darlık içine girer ve Allah’a söz verir. Fakat Allah Azze ve Celle sanki kulunu şöyle azarlar, uyarır:

﴿وَمَا وَجَدْنَا لِأَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍ وَإِنْ وَجَدْنَا أَكْثَرَهُمْ لَفَاسِقِينَ ﴾

 

[ سورة الأعراف : 102]

 

“Biz onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık. Ama gerçekten onların çoklarını yoldan çıkmış kimseler bulduk.”

(Araf Suresi: 102)


    Darlık zamanında Allah’a söz veren çok kişi, rahata kavuştuğunda bu sözünü unutur. Ama kahraman olan kişi, sözünü asla unutmayandır. Ahdini bozmayandır. İşte bu yüce sahabi de “Rasulullah (s.a.v.)’e biat ettim” buyurmuştur. Ne zaman biat etmiştir? Daha yirmi yaşında yokken yani yetmiş yıldır sözünde durmaktadır. Dünya nasıl da değişti? İnsan fakirken Rabbine itaat edeceğine söz veriyor, biraz mal elde ediyor, dört bir yandan kazanıyor ve onu günah için harcıyor! Söz nerede kaldı? Hassas vicdana sahip, ruhu hep temiz kamış olan kişi kendine hep şu soruyu sorar: Rabbine verdiğin sözde nerede duruyorsun? İşte bu sahabi Rasululah (s.a.v.)’e biat etmiş, söz vermiş ve şöyle demiştir: “Bugüne değin biatimi ne bozdum ne de değiştirdim.” Burada değiştirmek Kuranî bir kavramdır. Allah Teâlâ buyuruyor ki:

﴿وَمَا وَجَدْنَا لِأَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍ وَإِنْ وَجَدْنَا أَكْثَرَهُمْ لَفَاسِقِينَ ﴾

 

[ سورة الأعراف : 102]

 

“Biz onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık. Ama gerçekten onların çoklarını yoldan çıkmış kimseler bulduk.”

(Araf Suresi: 102)


    Sen kime söz verdin? Kâinatın yaratıcısına söz verdin. Allah Azze ve Celle’ye, her halini bilen, gören, sözünü işiten, kalbindekini bilen yaratıcıya söz verdin. Şimdi onunla yaptığın anlaşmanı nasıl bozarsın?
    Bu sahabi biatine, verdiği söze tutkundu. Rasulullah (s.a.v.)’in hanımı Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.) bir seferinde şöyle buyurmuştu: “Ben İbn Ömer kadar Rasulullah (s.a.v.)’in yaptıklarını taklit eden bir kişi görmedim.” Yani İbn Ömer Rasulullah (s.a.v.)’in sünnetine aşırı bir dikkatle uyuyordu. Öyleyse iki derstir bazı değerli kardeşlerime sordum. Sevgi içsel bir şeydir, içten gelen bir duygudur. Her insan Allah Azze ve Celle’yi sevdiğini iddia eder:
Herkes Leyla’ya kavuştuğunu iddia eder ama Leyla onların kalbine yerleşmez.
***
    Peki, bu sevginin bir alameti var mıdır? Bazıları derki: Onun alameti Rasulullah’ın yoluna uymaktır! Allah Azze ve Celle buyuruyor ki:

﴿قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ ﴾

 

[ سورة آل عمران : 31]

 

“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

(Al-i İmran Suresi: 31)


Yemede, içmede, uykuda, namazda, oruçta, tavırlarda, sözlerde, duada, ev ile arkadaşlarla komşularla olan ilişkilerde, incelikte, hoşgörüde, sabırda, tevazuda, inançta, takvada Rasulullah’ın yolundan gitmek, O’na uymak o sevginin alametidir. Allah Azze ve Celle Rasulullah’ı bize rol model kılmıştır ve O’na her şekilde en güzel tabi olanlardan biri ibn Ömer’dir. 
Birisi der ki: “Allahım, beni İbn Ömer gibi yaşat ki O’na uyayım. Bu konuda ondan başkasını bilmiyorum!” İşte O’nun Rasulullah’a olan şiddetli bağlılığı onu örnek kılmıştır. Çünkü İbn Ömer (r.a.) doksan yıl yaşamıştır. Bu şekilde son vefat eden sahabi olarak Enes b. Malik’in adı geçer. O da hicretin 91. senesinde vefat etmiştir. İbn Ömer de uzun ömürlü sahabelerdendir. Allah’ın uzun ömür verdiği sahabiler Emeviler zamanına kadar yaşamışlardır. İşte bu sahabi öyle bir şekilde sünnete bağlı kaldı ki kişi şöyle dua edebilir hale geldi: “Allahım, beni İbn Ömer gibi yaşat ki O’na uyayım. Bu konuda ondan başkasını bilmiyorum!”

İbn Ömer Rasulullah (s.a.v.)’in hadislerine ekleme veya çıkarma yapılması konusunda uyarıda bulunurdu:


Aynı şekilde dakik bir ilmi ihtiyatı vardı. Rasulullah (s.a.v.)’in hadisleri konusunda ekleme ve çıkarma yapılmasında çok hassastı. Aynı dönemde yaşayanlar şöyle derdi: “Rasulullah (s.a.v.)’in ashabından İbn Ömer kadar hadislere ekleme ve çıkarma yapılması konusunda dikkatli olan başka bir sahabi yoktur.” Çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

(( من كذب عليّ متعمِّدًا فليتبوَّأ مقعده من النار ))

 

[أخرجه أبو داود والترمذي عن علي بن أبي طالب ]

 

“Kim kasten benim adıma yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın.”

(Ebu Davud ve Tirmizi Ali b. Ebi Talib’ten nakletmiştir)


    Yani bir hadisin Rasulullah’a ait olmadığını bilerek, insanların onu hadis sanmalarını sağlayacak şekilde söylersen diyor ki: “Cehennemdeki yerine hazırlansın” Bundan daha da tehlikeli bir hadis vardır:

(( مَنّ حدّث عنِّي بحديث يُرى أنه كذِب، فهو أحد الكاذبين ))

 

[أخرجه البخاري ومسلم والترمذي عن المغيرة بن شعبة ]

 

“Kim yalan olduğunu bildiği halde benden bir hadis anlatırsa, iki yalancıdan biri kendisidir.” (Buhari, Müslim ve Tirmizi Mugire b. Şube’den nakletmiştir)


    Hadisi uyduran o değildir ama o da kınanmıştır.
    Öyleyse Rasulullah (s.a.v.)’in ashabı arasında hadislere ekleme ve çıkarma yapılması konusunda Hz. İbn Ömer kadar dikkatli olan yoktur.

    İlmî Ruhu:


    Bu sahabi bize ilmî ruhu öğretmiştir. Bir seferinde O’na birisi fetva sormak için gelmişti. İbn Ömer’e sorusunu sorduğunda O “sorduğun sorunun cevabını bilmiyorum” diyerek cevap verdi. Bu yüce sahabi çok uzun yaşadı. Bunda ne bir kusur, ne bir eksiklik ne de utanılacak bir şey olduğunu düşünürdü. “Bilmiyorum” derdi. Bir adam yoluna çıktığında adımlarını uzaklaştırmazdı. İbn Ömer onunla konuşur elini sıkardı. Ona bilmediği bir şey sorulduğunda “bilmiyorum” derdi. Bu çok önemli bir noktadır. İnsan kendini ortaya koyar. Bazen bildiğini söyler, bazen susar, bazen de “bilmiyorum” der. Ki bu insanın onur madalyasıdır. Bana inanın ki, her şeyi bilen aslında hiçbir şey bilmiyordur. Her şeyi bilen hiçbir şey bilmez. Fakat asıl bilen kişi bilmediği şeyler için “bilmiyorum”, biliyorsa da “biliyorum” diyebilendir. İşte olması gereken cevap budur. Aynı şekilde bildiğini gizlemek de yanlıştır. Allah Azze ve Celle âlimlerden söz almıştır ve şöyle buyurmuştur:

﴿الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلَا تَكْتُمُونَهُ فَنَبَذُوهُ وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْا بِهِ ثَمَناً قَلِيلاً فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ ﴾

 

[ سورة آل عمران :187 ]

 

“Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu (Kitabı) mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz” diye sağlam söz almıştı. Fakat onlar verdikleri sözü, arkalarına atıp onu az bir karşılığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür!”

(Al-i İmran Suresi: 187)


    İlmi gizlemek büyük bir hatadır. Yine bilmediğini söylemek de öyledir. İlim göklerden gelen vahyin emanetçisi olan Efendimiz (s.a.v.)’in bize emanetidir. Âlim, peygamber Efendimizden gelen hakkı korur. Ne bir şey eksiltebilir, ne de arttırabilir. 

    Kadılık Görevini Almak İstememesi:


    Hz. Osman, İbn Ömer’i kadılıkla görevlendirmek istiyordu. Ona bunu teklif ettiğinde İbn Ömer bunu reddetti. Hz. Osman ise ısrar ediyor ve “bana isyan mı ediyorsun?” diye soruyordu. İbn Ömer ise şöyle cevap verdi: “Hayır, fakat bana üç çeşit kadı olduğu bilgisi ulaştı: Birisi cehaletle hükmeden kadı ki o cehennemdedir, ikincisi kendi arzu ve isteklerine göre hüküm veren kadı ki o da cehennemdedir. Diğeri ise ictihad eden, ictihadında isabet eden kadıdır. O tam olması gereken kişidir, ona ne bir ecir vardır, ne de bir günah!! İctihad eder, isabet eder ve tam yerine oturtur, ne bir günah kazanır ne de ecir. Zira Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Bir kadı cennette, diğer ikisi cehennemdedir.”
    Bazıları der ki: “Ahir zamanda iki kadı cehennemdedir. Bir diğeri ise yine cehennemdedir.” Yani hepsi cehennem ehlidir. Mesela Taş ile ilgili bir hikaye anlatılır: Elli yıl Allah’a kulluk etmiş ve sonunda şikâyet ederek şöyle haykırmış: “Ey Rabim, sana elli yıl kulluk ettim. Sen beni tuvalete koydun, oraya taş yaptın. Allah Azze ve Celle de şöyle buyurmuş: “Haddini bil ey taş, zira seni zalim bir hâkimin meclisine de koyabilirdim.” Bu bilinen bir hikâyedir. Yine bir adam Kâbe’yi tavaf ederken şöyle diyordu: “Allah’ın günahımı bağışla, yapacağını zannetmiyorum ama” Arkasında da bir adam yürüyordu adam şöyle dedi: “Sen ne diyorsun, Allah’ın rahmetinden ümidini nasıl kesersin?” Tavaf eden kişi de “günahım çok büyüktür” dedi. Adam “günahın nedir?” diye sorunca, o da gerçekten büyük olan günahını anlattı. O, bir eve girmiş ve bir adamı öldürmüştü. O zaman fitne hâkimdi. Fitne büyümüş ve şehir bir orduya teslime dilmişti. Bu adam da evlerden birine girmiş, evdeki adamı öldürmüştü. Bir de kadın ve iki çocuk vardı. Kadına “elinde ne varsa ver” demiş, kadın da bir kalkan ve yedi altın dinar vermişti. Adam ilk çocuğu öldürmüş, kadın ikinciyi de öldüreceğini anlayınca ona altın kaplama bir zırh vermişti, adam bu zırhı beğenmişti. İşte bu zırh hakkında bir beyit yazılmıştı:

Hükümdar ve iki kapıcısı zulmetti, yeryüzünün hâkimi hüküm vermede aşırı gitti
Bu dünyadaki hâkime yazıklar olsun, bilmiyor mu ki gökyüzünün hakimi, kadısı kimdir?

 

***


    Dedi ki işte günahım budur! Öyleyse hüküm verme konusu kolay değildir. Bazen mesela ticari bir meselede hakem olusunuz. Bir dönemde çok ünlü ve saygıdeğer bir hâkim, kadı vardır. Ramazan ayında kapısı çalınır. Bu kadı hurmayı çok sever ve orada hurma çok pahalıdır. Sonuç olarak kendisine bir tabak hurma gelmiştir. Hizmetliye kimin geldiğini sorar? O da getiren kişiyi tarif eder. Kadı o adamın kendisinde bir davası olduğunu biliyordur. Hizmetlisinden tabağı geri götürmesini ister. Ertesi gün kadıya hurma tabağı getirmiş olan adam karşısına gelir. Diğer taraf da oradadır. Kadı kendisine hurma getiren adamın haklı olan taraf olmasını istemektedir.  Bu isteği bile hurmaları geri göndermesine rağmen görevine ihanet sayar. Fakat sadece onun haklı olmasını istemiştir. Hurmasını da geri göndermiştir. Ama halifeye gider ve görevinden istifa eder. İşte kadılık, hâkimlik büyük bir sorumluluk gerektirir. Hz. Abdullah b. Ömer öyle görünüyor ki bu görevden korkmuştur. Hz. Osman ona “bana isyan mı ediyorsun?” dediğinde “Hayır, fakat bana üç çeşit kadı olduğu bilgisi ulaştı: Birisi cehaletle hükmeden kadı ki o cehennemdedir, ikincisi kendi arzu ve isteklerine göre hüküm veren kadı ki o da cehennemdedir. Diğeri ise ictihad eden, ictihadında isabet eden kadıdır. O tam olması gereken kişidir, ona da ne bir ecir vardır, ne de bir günah!!” diye cevap vermiş, Hz. Osman da bu haberi kimseye söylemeyeceğine dair söz aldıktan sonra onu affetmiştir. Çünkü eğer insanlar bu haberi duysalardı, memlekette bu görevi kimse üstlenmezdi.
    Bir seferinde Mansur tabiinden birine kadılık teklif etti. Bu tabii “falanca kişi benden daha iyidir.” dedi. Sonra işler karıştı, ikincisi de görevi reddetti. İlki de şöyle dedi: “Vallahi müminlerin emiri, Allah’a yemin ederim ki filanca kişi benden daha üstündür! Eğer bu yeminimde yalan varsa, zaten yalancı birini kadı yapamazsın. Eğer doğru söylüyorsam o zaman da beni kadı yapamazsın. Ümmette benden daha üstün olan odur!” Emiri köşeye sıkıştırmıştı. “Eğer yalan söylüyorsam zaten yalancı birini kadı yapamazsın. Eğer doğru söylüyorsam o zaman da beni kadı yapamazsın. Ümmette benden daha üstün olan odur!” Peki, ikincisi ne dedi. O da şöyle dedi: “Müminlerin emiri, vallahi o yemin etti. Sonra da bozdu. Bu adama göre yemin etmek senin yanında kadı olmaktan daha iyidir!!” Yeminine kefaret ödemek kadılıktan daha iyi! Ve bu kişi bu yeminiyle kadılık görevinden kaçmıştır. Burada takva söz konusudur.
    Bir babanın yanına kızı gelir ve der ki: “Bunu annem için alacağım. Sen hâkim değilsin, sen babamsın.” Baba kızını kayırır, her zaman doğru söylediğini düşünür. Konuştuğunda doğru söyleyen kızıdır. Damat duyduklarına öfkelenir. “Sen şu an hakimsin, kızın doğru şeyler anlattı ama kendi yaptığı şeyleri anlatmadı. Kendisine söylenen şeyleri, veya dövüldüğünü anlattı ama dinle bakalım o neler söylemiş?!” Bazen baba anlamadan hâkim olur. Bazen bir tüccar iki tüccar arasında hakem olur. Biri arkadaşıdır, diğerini tanımıyordur. Yani insan ticari, ailevi bir meselede taraflı, yanlı davranabilir. Bazen bir öğretmene küçük bir çocuk gelir ve bir diğer çocuğu şikâyet eder. Öğretmen de diğerini döver! Burada olay nedir? O küçük bir çocuktur. Sen onun içinde kin, oluşturdun. Onu zulümle terbiye ettin. Rasulullah (s.a.v.) bize öğretiyor. O, bir gazvede iki gençten birine gazveye katılması için izin veriyor, diğerine vermiyor. İzin vermediği genç çok ağlıyor ve annesi geliyor. Rasulullah (s.a.v.) savaşın eşiğinde. Durum önemli, tehlikeli. Ama bu durum onun bu gençlerin problemiyle ilgilenmesine engel olmuyor. İki genç önünde güreşiyor ve ilki boyunun uzunluğu ve gücü sayesinde diğerini yeniyor. Çocuğun kişiliğine saygı duyun. Bu eğitimde esas olan bir şeydir. Eğer çocuk küçükse durumu incele ve ona cevap ver. Zira bazen baba da, tüccar da kadıdır, hâkimdir. Kadı da kadıdır.

    Abdullah b. Ömer’in Gençliğinde Gördüğü Rüya:

    Abdullah b.Ömer gençliğinde bir rüya görmüş ve Rasulullah (s.a.v.) bu rüyayı Abdullah’ın umutlarının sonunun gece namazı olacağı ile yorumlamıştı. Bu yüce sahabi şöyle anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.) zamanında bir rüya gördüm. Sanki elimde atlas kumaş parçası vardı. O kumaş benim cennette gitmek istediğim yere uçardı. Kumaş değerli bir atlastı. Ama cennette nereye gitmek istese kumaş oraya uçardı. Yine rüyamda sanki iki kişi beni götürüyor, cehenneme götürmek istiyorlardı. Onları bir melek karşıladı ve şöyle dedi: “Korkma ve benden ayrılma.” Bu rüyayı kardeşi Hafsa Rasulullah (s.a.v.)’e anlattı. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Evet Abdullah iyi bir adamdır, şayet bir de gece namazı kılsa!” Dinleyin, Abdullah b. Ömer o günden sonra Rabbine kavuşana kadar bir gün bile gece namazını bırakmadı. Ne mukimken, ne de yolculukta hep böyle oldu. Zira Rasulullah (s.a.v.)’in sözü onun için çok değerliydi. Allah’a verdiği söz ise daha da değerliydi. Aynı şekilde Rasulullah (s.a.v.)’in ashabı şöyle diyordu: “O namazı kılar, Kuran okurdu, Rabbini çokça zikrederdi. Kuran’daki uyarıcı ayetleri duyduğunda aynı babası gibi gözyaşları yağmur gibi akardı. Ubeyd b. Umeyr (Ömerciğin küçük Abdullah’ı) diyor ki: Bir seferinde Hz. Ömer kendi kendine şöyle demişti: “Umeyr (Ömercik) idim, Ömer oldum, Sonra Müminlerin Emiri oldum. İnsan zanaatkârken tacir olur ama asla Allah’ın faziletini unutmaz. Ailesi ile birlikte yaşarken bir ev satın alır, orada yaşamaya başlar. Bu büyük bir fazilettir. İnsanlar orada hüküm sürerler, orada kendi halinde yaşamaya başlar, bu da büyük bir fazilettir. İnsan geçmişi unutmaz ki geçmiş günümüzün habercisidir.
    Ubeyd b. Umeyr diyor ki: Bir gün Abdullah b. Ömer’e şu ayeti okudum:

﴿فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلَاءِ شَهِيداً * يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَعَصَوُا الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الْأَرْضُ وَلَا يَكْتُمُونَ اللَّهَ حَدِيثاً ﴾

 

[ سورة النساء : 41-42]

 

“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hâli nice olacak!. O kıyamet günü, Allah’ı inkâr edip Peygamber’e isyan edenler, yer yarılıp içine girmiş olmayı isterler ve Allah’tan hiçbir söz gizleyemezler.”

(Nisa Suresi: 41-42)

    İbn Ömer öyle bir ağladı ki, sakalı sırılsıklam oldu. Bir gün kardeşleri arasında otururken şu ayeti okudu:

﴿ وَيْلٌ لِلْمُطَفِّفِينَ * الَّذِينَ إِذَا اكْتَالُوا عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ * وَإِذَا كَالُوهُمْ أَوْ وَزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَ * أَلَا يَظُنُّ أُولَئِكَ أَنَّهُمْ مَبْعُوثُونَ * لِيَوْمٍ عَظِيمٍ * يَوْمَ يَقُومُ النَّاسُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ﴾

 

[ سورة المطففين : 1-6]

 

“Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat kendileri onlara bir şey ölçüp, yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar. Onlar, büyük bir gün; insanların, âlemlerin Rabbinin huzurunda duracakları gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı?”

(Mutaffifin Suresi: 1-6)


    Şu ayet geçince: “O gün insanlar âlemlerin Rabbi huzurunda hazır olup dikilecekler.” gözyaşları yağmur gibi yağmaya başladı, öyle bir ağlamaya başladı.
    Ramazan ayındayız, önemli bir ölçütümüz vardır ki o da şudur; Kalp Allah’ın sevgisi ile doludur, orada hassaslık, aşk ve şevk vardır. İnsan aşksız kalırsa viran olur. İnce duygular olmadan olmaz. Sevgi ona sebeptir. Bir bedeli vardır, bedeli de Allah’a itaat, salih amellerdir. İtaat ve salih amel ve istikamet, bunlar sevginin eserleridir. Namazdan alınan semerelerdir. Namaz bir mizandır. Kim ona sadık kalırsa tüm bu semereleri alır.

    Abdullah b. Ömer’in Eli Açıklığı ve Aşırı Cömertliği:


    Abdullah b. Ömer’in iyi bir geliri vardı. Ben gece namazı, infak konuları için onu seçtim. Ramazan ayındayız ve ramazan gece namazı, teravih ve infak demektir. Allah Azze ve Celle’ye şükürler olsun. Ramazanda her akşam bir cüz Kuran’ı Kerim okumak çok büyük bir mutluluk verir. Teravihten sonra on dakika bazı ayetlerle ferahlarız. Kişi Ramazanda gece namazı ve teravih kılmazsa, uzun zamanını Allah’a itaatle geçirmezse bu duyguyu hissedebilir mi? İbn Ömer iyi bir gelire sahipti. Güvenilir ve başarılı bir tüccardı. Müslümanların beytü’l-malından aldığı maaş da yüksekti. Bunlarla beraber Eyyüb b. Vail er-Rasibi O’nun cömertliğini şöyle anlatıyor: İbn Ömer bir gün ona dört bin dirhem ve kadife bir pelüşle geliyor. Ertesi gün Eyyüb b. Vail onu çarşıda hayvanına veresiye olarak saman alırken görüyor. İbn Vail İbn Ömer’in ailesine gidiyor ve soruyor: “İbn Ömer dün dört bin dirhem ve kadife bir pelüş getirmedi mi?” “Evet” diyorlar. Eyyüb “Ama ben onu bugün çarşıda hayvanına saman alırken gördüm. Onun parası yok mu?” dedi. Onlar da “dün gece tüm dirhemleri dağıtmadan yatmadı. Sonra da kadife pelüşü sırtına aldı ve çıktı. Döndüğünde sorduk, onu bir fakire verdiğini söyledi!!” dediler. Bunun üzerine Eyyüb b. Vail ellerini birbirine vurarak çarşıya gitti. Yüksek bir yere çıktı ve insanlara seslendi: “Ey tüccarlar topluluğu, dünya için çalışıyorsunuz. İbn Ömer’e dört bin dirhem geldi, onların hepsini dağıttı. Uyudu uyandı ve şimdi de hayvanına çarşıdan veresiye saman alıyor.” Aynen böyle yapıyordu.
    Rasulullah (s.a.v.)’e olan sevgisinden dolayı devesine bindiğinde Rasulullah (s.a.v.)’in geçtiği yerlerden gitmeyi tercih ederdi. Ve şöyle derdi: “Umulur ki Rasulullah’ın ayağının bastığı yere basarım.” İşte bu hep O’na olan şiddetli sevgisinden kaynaklanıyordu.

    İbn Ömer’in Güzel Adetleri:

    O’nun çok güzel adetleri vardı. Muhtaçları, fakirleri doyururdu. Az yiyeceği olduğu zamanlarda eğer tek başına yiyecekse mutlaka onunla beraber yetimler ve fakirler de yerdi. Çocuklarına zenginlerle oturup kalkıp fakirleri doyurmadıkları için ne kadar çok uyarıda bulunuştu. Onlara şöyle diyordu: “Tokları davet ediyor, açları bırakıyorsunuz. Bu yemekten asıl onların yemesi gerekir.”
    Bir kardeşi ona bir kıyafet hediye etti. Bu hediye Horosan’dan gelmiş lüks, şık, gösterişli, yumuşacık bir cüppe idi. Bu kişi dedi ki: “Bu kıyafeti Horosan’dan getirdim. O gözlerimi aldı. Bence sen bu sert giysini çıkar, bu güzel kıyafeti giy.” İbn Ömer de şöyle dedi: “Onu bana göster” Sonra kıyafete dokundu ve “bu ipek mi?” dedi. Adam “hayır pamuktur” dedi. Abdullah onu biraz giydi, sonra yanına koydu ve şöyle dedi: “Ben kendimden korkarım, nefsimden korkarım, bu kıyafetin beni kibirli ve gösterişli yapmasından çekinirim. Çünkü Allah Teâlâ gösterişli ve kibirli olanları sevmez.”
    Yine başka bir arkadaşı ona dolu bir kap hediye eder. İbn Ömer “bu nedir?” diye sorunca adam “Bu iyi bir ilaçtır, sana getirdim” der. İbn Ömer “bu ilaç neyi tedavi eder?” diye sorar. Adam da “yiyecekleri hazmettirir” der. İbn Ömer gülümseyerek şöyle söyler: “Yemekleri sindirir?! Vallahi ben kırk yıldır hiç doymadım. Doymak sünnete aykırıdır. Hadise göre Rasulullah (s.a.v.)’in vefatından sonra ilk çıkacak bidat doymaktır. Vallahi ben kırk yıldır hiç tam doymadım!”
    Rivayete göre Şeyh Bedreddin el-Haseni (rahmetulahi aleyh) yanında bir öğrencisiyle Şam’da yürüyordu. Orada meyve suyu şişeleri vardı. O şehirde de meyve suları yeni bir şeydi. Öğrencisine “bunlar ne oğlum?” diye sordu. O da “maden suyudur” dedi. Şeyh “ne işe yarar?” dedi. Öğrencisi de “insan çok yerse bu içecek hazmı kolaylaştırır.” dedi. Şeyh de şöyle söyledi: “İnsan neden ağırlaşsın ki, Vallahi ben kırk yıldır hiç doymadım!”

    İbn Ömer’in Allah’ın Rızasını Dünyaya ve İçindekilere Tercih Etmesi:


    Bu sahabi kıyamet günü ona şu ayetteki şeyin söylenmesinden korkuyordu:

﴿وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذِينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِ أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا فَالْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنْتُمْ تَفْسُقُونَ ﴾

 

[ سورة الأحقاف : 20]

 

“İnkâr edenler ateşe sunuldukları gün, (onlara şöyle denir:) “Dünyadaki hayatınızda güzelliklerinizi bitirdiniz, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı, alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız.”

(Ahkaf Suresi: 20)


    Ömer b. Abdülaziz bir ayet okur, her gün o ayeti okumaya devam ederdi:

﴿أَفَرَأَيْتَ إِنْ مَتَّعْنَاهُمْ سِنِينَ * ثُمَّ جَاءَهُمْ مَا كَانُوا يُوعَدُونَ * مَا أَغْنَى عَنْهُمْ مَا كَانُوا يُمَتَّعُونَ﴾

 

[ سورة الشعراء : 205-207]

 

“Ey Muhammed! Ne dersin; biz onları yıllarca (dünya nimetlerinden) yararlandırsak, Sonra da kendilerine tehdit edildikleri şey gelse, (hâlleri nice olurdu?) (Dünyada) yararlandırıldıkları şeyler onlara fayda sağlamazdı.”

(Şuara Suresi: 205-207)


    Hz. İbn Ömer kıyamet günü kendisine şöyle denmesinden korkardı: “Dünyadaki hayatınızda güzelliklerinizi bitirdiniz, onların zevkini sürdünüz.” Ve şöyle derdi: “Vallahi Rasulullah (s.a.v.) vefat ettiğinden beri tuğla üstüne tuğla koymadım.”
    Meymun b. Mihran diyor ki: Bir gece İbn Ömer’in evinde misafir oldum, evindeki her şeye baktım, bir yatak bir yorgan ve bir halı vardı, her şey bu kadardı. Evinde yüz dirhemi bulacak kadar eşya görmedim. Evindeki her şey bu kadardı.” Ama şimdi insanlar diyor ki: “Bu avize seksen bin liradır.” Ve bununla övünüyorlar. “Bu halı Suriye’de yoktur.” Evindekileri toplasanız milyonları bulur. Ama İbn Ömer Efendimizin tüm evindeki eşyaların değeri yüz dirhemi bulmuyordu.
    İbn Ömer Efendimiz uzun yaşadı. Konforlu bir dönemde yaşadı. Şehirler fethediliyordu, Emeviler dönemi şehirlerinin hepsi hayırla doluydu. Yiyecekler, içecekler, giyecekler… Dünyanın payları hatırlatıldığında ona “bu evi değiştir, daha değerli bir hayvan al.” denilirdi, O da şöyle derdi: “Biz bir amaç için ashab ile toplandık, ben onlardan farklı davranırsam onlara yetişememekten korkarım. Onlarla yarışmaya çalışandan daha az zeki insan yoktur.” Onun meşhur bir sözü vardır: “Allahım biliyorsun senden korkmasam kavmim Kureyş ile bu dünyada yarışırdım.” O Allah’ın rızasını tercih etmiştir. Mümin sahtekâr olamaz. Sahtekârlar da onu aldatamaz. Fakat o iyi seçimler yapar. Dünyayı değil ahireti seçer.
    İşte bu kişiyi infak, çaba, züht, gece namazı, Kuran tilaveti, tevazu konuları için seçtim. Bu sahabi doksan yıl yaşadı, tebrikler O’nadır. Zira Dünyanın sefasını sürenler öldüler. Allah Teâlâ buyuruyor ki:

﴿النَّارُ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوّاً وَعَشِيّاً وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ أَدْخِلُوا آلَ فِرْعَوْنَ أَشَدَّ الْعَذَابِ ﴾

 

[ سورة غافر : 46]

 

“(Öyle bir) ateş ki, onlar sabah akşam ona sunulurlar. Kıyametin kopacağı günde de, “Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun” denilecektir.”

(Gafir Suresi: 46)


    Basit bir hesap yaptım ve dedim ki: Firavunun ailesinin ölümünün üzerinden 7000 sene geçti, onu yılın her günü için 365 ile çarp, onu da iki ile çarp! Dünya lezzeti kesilir ama azap ve züht kalıcıdır. Takva biter ama sevap ve cennet kalıcıdır. Dünya bir saattir, onu itaat kılın. Nefis ise tamahkârdır, ona kanaati öğretin.
    Şimdi sen hayatta olduğun müddetçe tövbe kapıları açıktır. İstikamet, salih amel, tekâmül, ilim alma, ilim öğretme kapıları hep açıktır. 
 

Mevcut Diller

Resmi Gizle